Birleşik Krallık derin bir yapısal liderlik kriziyle karşı karşıya. Ülkedeki iki büyük parti, genellikle bir arada görülmeyen ama birleştiğinde oldukça yıkıcı etkiler yaratan kusurlara sahip. Her iki parti de demokratik değil, oligarşik yapılarla yönetiliyor. Ancak çoğu oligarşik rejimin sahip olduğu istikrardan da yoksunlar; yani aynı zamanda son derece istikrarsızlar.
Partilerin oligarşik yapısı, onları geniş halk kitlesi nezdinde meşruiyetten yoksun bırakıyor.
İstikrarsızlık ise bu partilerin kendi içlerinde örgütsel olarak çatışmalı bir yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyor. Bu durum, partiler iktidara geldiklerinde, hükümetin kendi içindeki milletvekilleriyle çatışma yaşamasına da neden oluyor. Bu durum, son yıllarda Birleşik Krallık hükümetlerinde görülen kararsız ve etkisiz liderliğin temel nedenlerinden biri.
Partilerin seçim ve örgütlenme yapıları dikkatle incelendiğinde, ABD ile Birleşik Krallık arasındaki fark net biçimde görülüyor. Britanya açısından ABD sisteminden farklı olmak her zaman olumsuz olarak görülmeyebilir. Ancak burada söz konusu olan fark, demokrasinin kalbi sayılan seçimlerdir. Amerikan bakış açısından bakıldığında, ortada neredeyse gerçek anlamda bir seçim yoktur.
“Temsili demokrasi” yerine, her partinin merkez yönetiminin bir tür “yarı resmi kurul” gibi çalıştığı “quango oligarşisi” tanımı daha yerinde olabilir. Hatta bir Amerikalı, günümüzdeki Parlamento seçimlerinin, IV. Henry ya da I. Charles dönemlerindeki seçimlerden daha az demokratik olduğunu iddia edebilir.
Yapısal İstikrarsızlık
Her iki parti de bir Amerikalının gözünden bakıldığında, şu iki ciddi sorunu barındırıyor:
-
Parlamento adaylarının yerel düzeyde belirlenmesinde son derece karmaşık, merkeziyetçi ve alışılmadık bir sistem uygulanıyor.
-
Parti liderlerinin seçimi süreci de benzer şekilde sorunlu. 1980’den itibaren İşçi Partisi’nde, 1998’den itibaren ise Muhafazakâr Parti’de yürürlüğe giren bu sisteme göre, partilerin Parlamento’daki liderleri (örneğin Tony Blair veya Boris Johnson) milletvekilleri tarafından değil, yıllık parti konferanslarında ya da özel seçimlerde oy kullanan parti üyeleri tarafından seçiliyor.
Bu da, partinin Parlamento’daki liderinin (hükümetteyse Başbakan, muhalefetteyse Ana Muhalefet Lideri) kendi milletvekillerinin büyük kısmı tarafından sevilmemesi gibi bir durumu doğurabiliyor — ki bu durum kısa süre önce de yaşandı. 2015–2017 yılları arasında İşçi Partisi’nin Parlamento’daki lideri olan Jeremy Corbyn’in, hem partinin Parlamento grubu hem de partinin merkez yönetimi (Southside ya da Brewers Green) tarafından siyasi olarak tasfiye edilmesi bu duruma çarpıcı bir örnektir.
Bu durum, partilerin “kendi kendileriyle savaştığını” gösteren açık bir göstergedir.
Ancak esas sorun, bu aktörlerin hiçbirinin gerçek anlamda halk tarafından seçilmemiş olmasıdır. “Temsili demokrasi” iddiası da burada çökmektedir.
Oligarşi Gerçeği
Bir Amerikalı için şok edici olabilir ama Birleşik Krallık’taki seçmenler, İşçi Partisi ya da Muhafazakâr Parti’nin adaylarının ya da yöneticilerinin belirlenmesinde neredeyse hiçbir söz hakkına sahip değildir. ABD’de geçmişte yerel toplantılarla başlayan, bugün ise geniş çaplı ön seçimlerle sürdürülen aday belirleme süreci, Britanya’da yoktur. Ne yerel seçmenler ne de onları temsil eden herhangi bir ara kurum (örneğin ABD’deki eyalet meclisleri ya da Birleşik Krallık’taki yerel konseyler) bu süreçte etkin değildir.
Her iki partinin en alt tabanı, ABD’deki gibi milyonları bulan seçmen kitlelerinden değil, yalnızca o partinin resmi “üyelerinden” oluşur. Üye olmak ise kolay bir süreç değildir; neredeyse seçkin bir öğle kulübüne kabul edilmek gibidir. Üyelik başvurusu yerel seçim bölgesinde başlatılsa da, son onayı yalnızca Londra’daki parti merkezi verir.
İşçi Partisi için bu süreç, tüzüğün Ek 2, 1A ve 1C bölümlerinde (Labour Party Rule Book), Muhafazakâr Parti içinse 2021 itibarıyla güncellenmiş tüzüğün IV. Kısım, 17.7 maddesinde ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. (Conservative Party Constitution, January 2021).
Bu şekilde seçilen üyelik yapısı, her iki partinin tarihsel süreçte toplumun yalnızca küçük bir bölümünü temsil etmesine yol açmıştır. Bugün İşçi Partisi’nin yaklaşık 550.000, Muhafazakâr Parti’nin ise 350.000 üyesi bulunmakta — yani toplamda 800.000 kişi, 2019 genel seçimlerinde oy kullanan 32 milyonluk potansiyel seçmen kitlesinin yanında oldukça küçük bir azınlığı temsil etmektedir.
Varsayalım ki bu üyeler, yerel seçim bölgeleri üzerinden kendi adaylarını özgürce belirleyebilseler bile, bu durumda dahi potansiyel seçmen kitlesinin yalnızca %2’si adayları belirlemiş olacaktır. Elbette bu “seçim bölgelerinin” geniş halk kesimini temsil ettiğini iddia edebiliriz ama bu temsil oldukça sınırlıdır. Karşılaştırmak gerekirse, ABD 1790’larda, mülkiyet koşulları gibi sınırlamalar altında bile, nüfusun yaklaşık %12’sine Temsilciler Meclisi, Senato ve Başkan seçimlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak oy hakkı tanıyordu.
Fakat sorun bununla da bitmiyor. Zira bu yerel seçim bölgeleri bile adayları özgürce belirleyemiyor. Adayların seçim bölgelerinde oylamaya sunulabilmesi için öncelikle Londra’daki merkezden onay almaları gerekiyor. Yani halk, ne yerelde ne de ulusal düzeyde kendi adayını belirleyebiliyor.
Üstelik seçim bölgeleri istedikleri adayı seçebilseler bile, bu bölgelerin yapısı da halk tarafından belirlenmediği için, tüm süreç yine demokratik olmaktan uzak kalıyor. Zira üyelik bir başvuru ve onay sürecine bağlı; herkesin kolayca üye olması mümkün değil. Teorik olarak milyonlarca kişi üye olup süreci demokratikleştirebilir gibi görünse de, pratikte bu mümkün değil. Katı eleme süreçleri sayesinde, “rahatsız edici görüşleri olan sıradan halkın” içeri sızması neredeyse imkânsız hale getirilmiş durumda.
Dahası, üyeliğe kabul edilen kişiler bile partinin merkez yönetimi tarafından, partinin tüzüğünde yer alan belirsiz maddelere dayanarak, kolaylıkla ihraç edilebiliyor.
Bu noktada, her iki partinin yapısının detaylı bir şekilde nasıl işlediğini incelemek gerekiyor. Sırayla ele alındığında, ortaya çıkan tablo, seçilmiş temsilcilerden çok atanmış seçkinlerden oluşan kapalı ve merkeziyetçi bir yapıya işaret ediyor.
İşçi Partisi: Sendikalardan Kapitalistlere Evirilen Bir Oligarşi
1997’de İşçi Partisi’nin başına geçen ve partide köklü değişiklikler yapan Sir Anthony Litton Blair – yani kendi isteğiyle “Tony Blair” – dönemine kadar, sendikaların parti üzerindeki etkisi adeta bir veto gücü niteliğindeydi. Blair’in reformları bu durumu önemli ölçüde değiştirdi. Ancak bu değişim, partiyi daha demokratik hâle getirmedi; yalnızca kapitalist sınıfın gözünde daha “yönetilebilir” kıldı. Çünkü artık doğrudan sendika denetiminde değil.
Parti hâlen tüzel kişiliği olmayan bir oluşumdur ve yönetimini belirleyen temel metin, “Labour Party Rule Book” adlı 15 bölümlük bir tüzük kitabıdır. Eklerinde ise dokuz farklı bölüm daha yer alır ve bu ekler ana metin kadar bağlayıcı kabul edilir.
Parti içerisindeki yapısal sorunlar iki temel noktada toplanabilir:
-
Parti başkanı ile Parlamento grubu lideri teknik olarak farklı pozisyonlardır.
-
Parti yönetimi — yani Yürütme Kurulu, Ulusal Yürütme Komitesi (NEC) ve Ulusal Komite — Parlamento grubunun başkanı tarafından değil; yıllık kongrede oy kullanan üyeler, belirli çıkar grupları (özellikle sendikalar) ve parti içindeki çeşitli organlar tarafından belirlenir.
Parlamenter kanat, Ulusal Komite içinde azınlıktadır. Bu durum, İşçi Partisi iktidara geldiğinde klasik parlamenter demokrasi mantığını altüst eden, ironik bir yapıyı doğurur: “Sendikalardan mülhem anayasal monarşi” — bir nevi “Sendikal Kral” rejimi.
Muhafazakâr Parti: Daha Az Kaotik ama Aynı Derecede Merkeziyetçi
Muhafazakâr Parti ya da resmi adıyla “The Conservative and Unionist Party”, İşçi Partisi’ne göre daha az parçalı bir yapıya sahip olsa da, oldukça barok bir örgütlenmeye sahiptir.
2021 itibarıyla güncellenmiş olan Tory Parti Tüzüğü (“Tory Constitution”), çift başlı bir liderlik sistemine işaret eder:
-
Parti lideri mutlaka Avam Kamarası üyesi olmalıdır.
-
Lider, Tory üyeleri tarafından Tüzük Ek 2 hükümlerine göre seçilir.
Seçildikten sonra parti iktidardaysa Başbakan, değilse ana muhalefet lideri olur. Görevi, “Partinin politik yönünü belirlemek ve bu süreçte Parti Üyeleri ile Muhafazakâr Politika Forumu’nun görüşlerini dikkate almaktır.”
Liderlik seçimi görünüşte demokratik gibi dursa da, süreç perde arkasında işler. 1998’den bu yana yürürlükte olan sistemde, “1922 Komitesi” (1922 yılında, Nathanial Curzon’un liderliğini engellemek için kurulan komite) kendi usullerine göre bir aday listesi (bazen sadece tek aday) belirler. Bu liste daha sonra tüm Muhafazakâr Parti üyelerinin oyuna sunulur. İlk turda çoğunluk sağlanamazsa ikinci tur düzenlenir.
Tarihsel olarak:
-
1965’e kadar parti liderini fiilen Kraliçe atıyordu.
-
1965–1998 arasında liderlik, Parlamento grubunun oyuyla belirleniyordu.
-
1998’den sonra ise, Parlamento grubundaki oylamalar sonucu son iki aday seçiliyor, nihai kararı ise parti üyeleri veriyor.
Ancak bu süreç sabit değil. 1922 Komitesi, kendi kurallarını değiştirme yetkisine sahip. Dilerse doğrudan birkaç aday belirleyip oylamaya sunabilir ya da Parlamento’daki aday listesini genişletip son oylamaya kalacak sayıyı artırabilir.
Bu süreçlerin bir başka tartışmalı yönü de, oy kullanacak parti üyelerinin İngiltere’de yaşamıyor ya da hatta Britanya vatandaşı bile olmamaları. Parti, Conservatives Abroad platformu aracılığıyla yurtdışında da üyelik kabul ediyor. Bu bağlamda, esprili ama düşündürücü bir soru da gündeme geliyor:
Acaba Rishi Sunak, Britanya’da yeterince karşılık bulamayınca, Hindistan alt kıtasında yaşayan Gujarati kökenlileri Tory Partisi’ne üye yaparak ömür boyu lider kalmayı mı düşünmeliydi? Belki birkaç yüz milyon kişilik bir kampanya ile, oy pusulalarına Hintçe çeviri de eklenerek, bu hedefe ulaşabilirdi. Tabii bunun için Tory Tüzüğü’nde, mevcut liderin her zaman adaylar arasında yer almasını sağlayacak bir değişiklik gerekirdi. Ama 200 milyon üyeyle bu da sorun olmazdı…
Muhafazakâr Parti’nin lideri, partinin diğer “başı” olan Parti Kurulu Başkanını atar. Ancak burada işler oldukça karmaşıktır. Çünkü bu “Kurul” yani Conservative Party Board, parti tüzüğüne göre en yüksek karar alma organıdır ve 19 üyeden oluşur. İlginçtir ki bu kurulun üyeleri arasında Parti Lideri yoktur.
Lider, yalnızca şu isimleri atama hakkına sahiptir:
-
Kurul Başkanı
-
İki Başkan Yardımcısından biri
-
Parti Haznedarı (hem kurul üyesi hem de parti görevlisi)
-
Bir başka ismi önerir, ancak bu ismin kurula kabulü için kurulun onayı gerekir
-
Kurulun seçeceği bir başka aday için de onay hakkı vardır
Yani toplamda, lider doğrudan 3 kişiyi atar, 2 kişi üzerinde ise veto hakkı bulunur. Diğer üyeler şunlardır:
-
Muhafazakâr Parti Konferansı Başkanı (üyeler tarafından seçilir ve diğer Başkan Yardımcısıdır)
-
1922 Komitesi Başkanı
-
İngiltere, Galler ve İskoçya’daki Muhafazakâr Parti başkanları
-
Muhafazakâr Belediye Meclis Üyeleri Derneği Başkanı
-
Parti personelinden bir kişi (Kurul Başkanı tarafından atanır)
Bu tablo, parti liderinin ve Parlamento’daki Tory grubunun aslında Kurul üzerinde doğrudan bir hâkimiyet kuramadığını gösteriyor. Üstelik bu kurul, hem aday belirleme hem de üyelik iptali konusunda neredeyse sınırsız yetkilere sahip.
Kurulun Mutlak Yetkisi: Dışlama Sanatı
Muhafazakâr Parti Tüzüğü’nün 17.7 maddesi, Kurul’a, herhangi bir kişinin üyeliğini tamamen kendi takdirine göre kabul etme ya da reddetme yetkisi tanıyor. Mevcut üyelerin üyeliklerinin “reddedilmesi” ifadesi, açıkça üyelikten atılmanın üstü kapalı bir biçimi. Yani Kurul, dilediği kişiyi – ister sıradan bir üye isterse seçilmiş bir milletvekili olsun – partiden çıkarabilir.
Dahası, 17.22 maddesi ile bu yetki perçinleniyor: Üyelik, eğer bir üyenin davranışı parti ilkeleri, amaçları, mali çıkarları ya da itibarı ile çelişirse, askıya alınabilir veya tamamen sona erdirilebilir. Buradaki belirsiz ve yoruma açık ifadeler, neredeyse sınırsız bir sansür mekanizması yaratıyor.
Tüzüğün 17.5 ve 19.1 maddeleri ile Ek 6 kapsamında, Kurul’un, resmî aday listelerini belirleme ve güncelleme yetkisi de bulunuyor. Ek 6’nın 14–21. maddelerinde ise, Kurul’un yerel Muhafazakâr Parti teşkilatlarını üyelikten çıkarabilme hakkı yer alıyor. Yani, yerel bir teşkilat yanlış aday önerirse ya da parti çizgisinden sapan bir tutum sergilerse, Kurul o teşkilatın üyeliğini sonlandırabilir ve bütün üyeleri devre dışı bırakabilir.
Bu durum özetle şu anlama gelir: Yanlış kişiyi aday gösterdin, yanlış tweet attın, lideri eleştirdin — işin bitti!
Yerel Dernekler de Aynı: Mikro Oligarşi
Yerel Muhafazakâr Dernekler de daha az baskıcı değildir. Tüzüğün Ek 7’sinde yer alan model kurallar, yerel yönetim kurullarına da tıpkı Kurul gibi geniş yetkiler tanır:
“Dernek görevlileri, bir üyenin beyan ettiği görüşlerin veya davranışlarının, derneğin amacı ya da mali çıkarları ile çeliştiğine veya partinin itibarını zedeleyeceğine kanaat getirirse, bu üyenin üyeliğini askıya alma ya da sona erdirme teklifini Dernek Yürütme Konseyi’ne sunabilir. Konsey, bu teklifi oy çokluğuyla kabul ederse üyelik sona erdirilir.”
Yani, partideki sansür ve ihraç yetkisi yalnızca merkezde değil, yerel teşkilatlarda da fazlasıyla aktif.
Amerikan siyasi sistemine aşina biri için bu yapı neredeyse şok edici olabilir. Zira böylesine geniş takdir yetkisi, en elit New York kulüplerinde bile yoktur.
Liderden Kurtulma Yöntemleri: Görünürde Demokrasi, Gerçekte Kıyım
Birleşik Krallık’ta bir başbakandan kurtulmanın iki yolu var: Parlamento yoluyla ve parti içi yol.
Parlamenter Yöntem: Avam Kamarası’nda basit çoğunlukla “Hükûmete güvenimiz kalmamıştır” oylaması yapılır. Bu durumda mevcut Parlamento 15 gün içinde yeni bir hükümet kuramazsa, erken seçim zorunlu hâle gelir.
Parti Yöntemi: Özellikle Muhafazakâr Parti’de, milletvekillerinin %15’i lider hakkında güven oyu talebinde bulunabilir. Bu durumda sadece Muhafazakâr Parti milletvekilleri oy kullanır. Eğer Başbakan kaybederse, genel parti üyeleri arasında yeni lider seçimi yapılır. Ancak öncesinde Parlamento içi oylamalarla aday sayısı ikiye düşürülür, son iki isim parti üyelerinin oyuna sunulur. Eğer lider güven oylamasını kazanırsa, bir yıl boyunca yeni bir güven oylaması yapılamaz.
İşçi Partisi’nde durum daha da karışıktır. Doğrudan bir “güvensizlik oylaması” yoktur. Mevcut lideri devirmek isteyen bir adayın, İşçi Partisi milletvekillerinin en az %20’sinin desteğini alarak resmî yarışa girmesi gerekir. Ancak bu süreç tamamen Ulusal Yürütme Kurulu’nun (NEC) keyfi kurallarına tabidir. Mevcut liderin otomatik olarak aday olup olamayacağı dahi belirsizdir. 2016’da Jeremy Corbyn, NEC’in özel kararı ve sonradan gelen Yüksek Mahkeme kararıyla bu engeli aşabilmişti.
Bu sistem, tabanın seçtiği bir liderin, sadece milletvekilleri tarafından ya da NEC içindeki kliklerce sürekli tehdit altında tutulmasına neden olur. Nitekim Corbyn’in başına gelen tam da buydu.
Corbyn’in Çöküşü: Bir Lider Nasıl İtibarsızlaştırılır?
Zayıflık: Corbyn, Parlamento grubu tarafından nefret edilen bir figürdü. Şans eseri aday olabildi çünkü karşısındaki bazı vekiller, kendisini “yarışı bölerek kendi adaylarının kazanmasına katkı sağlayacağı” umuduyla desteklemişti. Bu hesap geri tepti. Corbyn, üyeler arasında ezici bir çoğunlukla lider seçildi.
Saflık: Parti genel sekreteri Toby McNicol’un istifa teklifini kabul etmedi. Bu, Corbyn’in en büyük stratejik hatasıydı. Yerine kendi destekçilerini yerleştireceğine, düşmanları yerinde kaldı. Bu bürokrasi, onu adım adım tasfiye etmeye başladı.
Sistematik Tasfiye: 2016’daki Brexit sonrasında, Corbyn istifayı reddedince milletvekilleri aralarında sembolik bir güven oyu yaptı ve ezici çoğunlukla Corbyn’e karşı oy verdi. NEC’in geniş yetkileri kullanılarak Corbyn’in destekçileri partiden ihraç edildi, bazı bölgelerden topyekûn üyelikler iptal edildi. Yeni katılan üyeler diskalifiye edildi. Yine de Corbyn üyeler arasında bir kez daha kazandı.
İftira Mekanizması: Corbyn’in İsrail karşıtı duruşu, antisemitizm suçlamalarıyla çarpıtıldı. Parti içinde zaten belirsiz olan “antisemitizm karşıtı” kurallar bu kez Corbyn’e karşı bir silaha dönüştürüldü. Tüm süreci yürüten, Corbyn’den nefret eden eski kadrolardı. 2019 sonunda artık Corbyn’in hareket alanı kalmamıştı.
Sonuç: 2017 seçimlerinde Blair sonrası en yüksek başarıyı göstermesine rağmen, 2019’da yenilgiye uğradıktan sonra zorla istifa ettirildi. Çok geçmeden parti üyeliği tamamen sonlandırıldı.
Acı Gerçek: İsrail’e Sadakat ve Göç Sevgisi Arasında Sıkışmış Demokrasi
Bugün Britanya’da halkın gerçek anlamda temsil edilmediği apaçık ortadadır. Corbyn örneğinde görüldüğü gibi, halkın büyük bir kısmı onu desteklerken, parti içindeki klikler, medya ve baskı grupları onu yok etti. Seçmen, seçim günü geldiğinde, önüne konan iki adaydan birini seçmek zorunda kalır: Her ikisi de hem İsrail’e kayıtsız şartsız bağlı hem de kitlesel göçü destekleyen figürlerdir. Kamuoyu yoklamaları halkın bu iki politikadan da memnun olmadığını gösterse bile bu sistem içinde alternatif yaratmak neredeyse imkânsızdır.
Yani mesele yalnızca “Yahudi lobisi” değil. Asıl sorun, Muhafazakâr ya da İşçi fark etmeksizin, merkezî olarak kontrol edilen, dar bir elitin yönetimindeki bu siyasi sistemdir. Bu yapılar parayı isterse halk parasını kaybeder. Eğer amaç halkı yok etmekse, o zaman ülke de gider.
Ve ne yazık ki, İngiltere tam da bu yolda ilerliyor.
kaynak link: https://www.theoccidentalobserver.net