Hans Vogel: Batı Uygarlığı

Hans Vogel: Batı Uygarlığı

Batı Uygarlığı'nın kökenleri, dönemselleştirilmiş tarihi, etnik ve dini sınırları üzerine derinlemesine bir analiz. Avrupa merkezli bu tarihsel çerçeve, demokrasi, sanat, Hristiyanlık ve modernlik kavramlarıyla birlikte yeniden sorgulanıyor.
Mayıs 9, 2025
konu yorum

” terimi bize Amerika Birleşik Devletleri’nin eğitim sistemi aracılığıyla ulaşmıştır. Bu terim, 1900’lerin ortalarından itibaren üniversite lisans programlarının standart müfredatının değişmez bir parçası haline gelmiştir. Temelde, Avrupa tarihini kapsamakta ve buna ek olarak ne dair bazı bölümler de eklenmektedir. Bu kavram, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Dünyası’nın ayrılmaz bir parçası ve tartışmasız lideri olduğu fikrinin şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Bununla birlikte, “”nın dünyadaki yeriyle ilgili yanlış anlayışlara da yol açmıştır. Bu nedenle Latin Amerika’nın bir şekilde “Batı dışı” olduğu örtük biçimde sıkça kabul görmektedir.

Bu düşüncenin kaynağı, Antonello Gerbi’nin “” olarak adlandırdığı olguya kadar izlenebilir. Özellikle 18. ve 19. yüzyılın başlarında bazı Avrupalı yazarların – başta Alman filozof Hegel’in – ortaya koyduğu bakış açıları bu anlayışta etkili olmuştur. Hegel’e göre Latin Amerika tarihsel sürecin bir parçası değildir; çünkü Katolik Kilisesi’nin etkisi altında fazlasıyla ezilmiştir. Latin Amerika sadece “coğrafya”ya sahipti – yani benzer olayların sonsuz biçimde tekrarlandığı bir döngü – oysa ABD bir gün tarihe katılabilirdi; çünkü burası protestan bir ulustu ve ifade özgürlüğü vardı.

Bu bakış açısının doğruluğu bir yana, şu gerçek değişmemektedir: Amerikan tarihi Batı tarihi içine dahil edilmiş olsa da, Batı tarihi esasen Avrupa tarihidir ve yaklaşık iki buçuk bin yıllık bir dönemi kapsadığı varsayılmaktadır. ABD, bu hikâyeye yalnızca çok kısa bir süre için dahil olur. 1776’daki “Amerikan Devrimi”nin önemi dolayısıyla anılmayı hak eder ve 1941’den 21. yüzyılın başlarına kadar dünya işlerinde belirleyici bir rol oynadığı da açıktır.

1980’lerin sonlarında Francis Fukuyama tarihin sona erdiğini ilan ettiğinde, bugün artık bu tespitin yanlış olduğu giderek daha açık hale geliyor. 21. yüzyılın “Asya Yüzyılı” olacağı neredeyse kesinleşmiş durumda. Bu da, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Uygarlığı’na dahil edilmesinin en iyi ihtimalle geçici bir durum olduğunu; hatta ABD’nin bu uygarlığın bir parçası sayılıp sayılmayacağı yönündeki temel soruyu daha da güçlendirmektedir. Bu bağlamda, ABD’nin Batı Uygarlığı’nın bir parçası olmadığını ileri sürmek güçlü bir argüman haline gelmektedir. Zira ABD, dünyanın geri kalanından farklı olarak 1789 Fransız Devrimi’nden ve onun tetiklediği Batı Dünyası’nın genel modernleşme sürecinden etkilenmemiştir.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, modern dünya büyük ölçüde Batı Uygarlığı’nın ürünüdür ve bu uygarlık da esasen Fransız Devrimi tarafından belirleyici şekilde şekillendirilmiştir. Bugün Batı’yı tanımlayan asıl unsur tam da Fransız Devrimi’dir. Bu perspektife göre, Latin Amerika ve dünyanın geri kalanı Fransız Devrimi’nden açıkça etkilenmiştir. Gerçekte, dünyada yalnızca ABD Fransız Devrimi’nden etkilenmemiştir ve dahası, Jean-Philippe Immarigeon’un da ileri sürdüğü gibi, 18. yüzyılın sonundan itibaren onun tüm ilkelerini açıkça reddetmektedir.

Bu iddiayı destekleyen birçok kanıt mevcuttur: ABD, Batı Avrupa ve Latin Amerika’dan farklı olarak, hiçbir zaman parlamenter bir yönetime sahip olmamıştır; hiçbir zaman ulusal siyasette yer alan bir sosyalist partiye sahip olmamıştır; hiçbir Hristiyan Demokrat partiye, hiçbir radikal (kilise karşıtı) partiye sahip olmamıştır. Batı’nın geri kalanından en çarpıcı fark ise, ABD’nin aslında bir teokrasi olarak değerlendirilebilmesidir. ABD bir “demokrasi” değil, başkanlık sistemine dayalı bir cumhuriyettir; burada başkan adeta seçilmiş bir monark gibidir. Her ne kadar sistemi resmî olarak laik (kilise ve devlet ayrımı) olsa da, pratikte hiçbir politikacı kendisinin ateist veya inançsız olduğunu söylemeye cesaret edemez. Kamu görevine talip olan herkesin inancını alenen ifade etmesi neredeyse bir gereklilik haline gelmiştir. Dahası, İsrail devletine tam ve koşulsuz destek vermek, artık ABD’de siyasetin vazgeçilmez bir şartı haline gelmiştir. Batı’da böyle bir zorunluluğun bulunduğu başka bir ülke yoktur. Bu kolayca doğrulanabilir siyasal ve kamusal yaşam özelliklerine bakıldığında, ABD’nin Batı Uygarlığı’nın bir parçası olarak değerlendirilemeyeceği açık hale gelir – en azından Fransız Devrimi’nden sonra gelişmiş olan Batı Uygarlığı bağlamında.

Bugün ABD’de gördüğümüz şey, 1789 öncesi bir döneme dönüş gibidir. Zira Fransız Devrimi, Batı’da Kilise ile Devlet arasındaki yakın ilişkinin kesin biçimde sona ermesini sağlamıştır. Bu, Orta Çağ’da başlamış olan tarihsel sürecin nihai sonucuydu. Bu tarihten itibaren, Batı Avrupa’nın her yerinde Kilise ve Devlet birbirinden uzaklaşmış; sadece kısa süreli bazı teokratik yönetim istisnaları yaşanmıştır (örneğin, 1653–1658 arasında İngiltere’de dönemi, 1546–1564 arasında Cenevre’de Jean Calvin dönemi, 1494–1498 arasında Floransa’da Girolamo Savonarola dönemi gibi).

“Batı Uygarlığı”nın özünü birkaç kelimeyle tanımlamak kolay değildir. Bugün bu soru sorulduğunda, pek çok kişi yanıt olarak “demokrasi” der; bu da köklerini Antik Yunan’a kadar götürür. Ancak demokrasi, Batı Uygarlığı içinde her zaman bir istisna olmuştur; zira yalnızca birkaç yüz yıl boyunca Atina’da işlev görmüş ve Batı Avrupa’da da 1930’lar ile 1992 arasında birkaç on yıl süren kesintili dönemlerde var olabilmiştir. Gerçekte demokrasi hep kaçıcı bir ideal olmuş, hatta hayata geçirilmesi neredeyse imkânsız kalmıştır. Belki de Batı Uygarlığı’nı, tartışmanın açık olabileceği ve nesnel, doğrulanabilir bir hakikatin aranmasının zaman zaman teşvik edildiği bir toplum olarak tanımlamak daha doğru olur. Her ne kadar bu tanım muğlak olsa da, Batı’nın özüne başka herhangi bir tanımdan çok daha fazla yaklaşmaktadır. Batı Uygarlığı diğer uygarlıklardan daha insancıl ya da daha barışçıl değildir; hatta çoğu zaman bunun tam tersidir.

Haçlı Seferleri’nden bu yana Avrupa, şiddetin net bir ihracatçısı olmuştur. Avrupa tarihi, başka hiçbir coğrafyada benzerine pek rastlanmayan ölçüde rekabet, hile, saldırganlık ve şiddet ile karakterize edilir. Bununla birlikte, Avrupa tarihini şekillendiren diğer önemli unsur Roma Katolik Kilisesi’dir. Batı Uygarlığı’nın özünü Kilise’den daha iyi temsil eden başka bir kurum muhtemelen yoktur. Hatta Kilise’nin tarihinin bizzat Batı’nın tarihi olduğu bile söylenebilir. Elbette bu, tartışmaya açık bir görüştür. Hristiyanlığın Roma Katolik Kilisesi ile Ortodoks dünyası arasında bölünmesinin altında yatan nedenler ne olursa olsun, bu bölünmenin aynı zamanda kültürel bir ayrım çizgisi oluşturduğu açıktır. Ancak bu sınır o kadar derin değildir ki, çağdaş Rusya’nın Batı Uygarlığı’nın bir kalesi ve geleneksel olarak Batı ile özdeşleştirilen ebedî kültürel değerlerin taşıyıcısı olacak şekilde yeniden şekillenmesini engellesin.

Friedrich Nietzsche, Antik Yunanları Avrupa (Batı) uygarlığının doruk noktası olarak görmüştür. Roma Katolik Kilisesi’nin – öğretilerini iddiaya göre Yahudilikten türetmiş olması ve zayıfı korumaya yönelik beyan edilen eğilimiyle – Yunanların erkeksi ve üstün mirasını alt etmesi ancak uzun ve inatçı bir mücadeleyle mümkün olmuştur.

Batı Uygarlığı aynı zamanda dışa dönük görünüşleri ve tezahürleriyle de tanımlanabilir; özellikle de görsel sanatlar ve müzik bu kapsamdadır. Bu iki alan, Batı’nın en yüce, en etkileyici ve en kalıcı başarısı olarak görülebilir. Hem Avrupa müziği hem de görsel sanatlar, 1500-1900 döneminde zirveye ulaşmıştır. Bu dönemde olağanüstü yetenekli sanatçılar sanatı daha önce hiç görülmemiş seviyelere taşımışlardır. Sanatsal yaratıcılığın bu altın çağı, Batı Avrupa’nın siyasi, toplumsal ve ekonomik gelişimindeki olağanüstü ivmeyle örtüşür. Bu dönem, 20. yüzyılın ilk yarısında sona ermiştir; Avrupa’nın önde gelen güçleri, 1914’te başlayıp 1945’te sona eren uzun savaşlar ve devrimler sürecinde birbirlerini ve kendilerini yok etmişlerdir. Bu kolektif kültürel intihar süreci, kısmen ABD tarafından beslenmiş, fakat olayların gelişiminden asıl fayda sağlayan yine ABD olmuştur. ABD’nin bu denli büyüyüp gelişmesi, Avrupalıların büyük katkıları olmadan imkânsız olurdu. Ancak 1945’ten sonra Batı Uygarlığı gerçekte ölmüştür ve yalnızca katı, kodifiye edilmiş bir biçimde yaşamını sürdürmektedir; onu ileri taşıyacak nitelikte hiçbir özgün katkı üretilememektedir. Açıkça görülüyor ki, Batı Uygarlığı da tıpkı ondan önce gelenler gibi, doğal bir büyüme ve çöküş döngüsüne tabidir.

Bazı düşünürler, Batı Uygarlığı’na etnik ya da ırksal bir tanım getirmeye çalışmıştır. 18. yüzyıldan itibaren yapılan dilbilimsel araştırmalar temel alınarak Avrupa, Hint-Avrupa dil ailesiyle özdeşleştirilmiştir. Bu dil ailesi Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanır ve Cermen, Kelt, Latin, Slav, İran ve Hint dillerini kapsar. Ancak dil ile ırk arasında doğal bir bağ bulunmadığından, bu düşünce tarzının temeli son derece zayıftır. Yine de belli bir anlamda dikkate değerdir; zira Batı Uygarlığı dediğimiz şeyin, “Hint-Avrupalılar”ın savaşçı bir kolu olan Yunanlıların Avrupa’ya girişiyle başladığı ileri sürülür. Nazi ideolojisi ve diğer aşırı sağ düşünceler, Avrupa uygarlığını ırksal temellere dayandıran bu yaklaşıma her zaman yakınlık göstermiştir. Ancak 1945’te Nazizmin yenilmesiyle bu düşünce uzun süre marjinalleşmiş; yalnızca son yıllarda, Avrupa’nın büyük tarihi şehirlerine akın eden milyonlarca Avrupalı olmayan, Hristiyanlık karşıtı göçmenler karşısında “mantıklı bir cevap” olarak yeniden güçlü bir geri dönüş yapmıştır. Bugün “yeniden göç” (remigration) sloganı altında bu yerli Avrupa eğilimi, özellikle gençler arasında gittikçe daha fazla taraftar kazanmaktadır. Bu çevreler, Avrupa kültürüne yemek hazırlama biçimi dışında pek bir katkısı olmayan Avrupalı olmayan göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesini talep etmektedir.

Batı Uygarlığı, esas olarak Avrupa’nın – özellikle Batı Avrupa’nın – tarihidir ve yaklaşık 3.000 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu tarih, Antik Yunan’la başlar ve belki de günümüzde sona erer. Avrupa tarihi, yerleşmiş bir dönemlendirme sistemine sahiptir ve genellikle dört ana evreye ayrılır:

  • Antik Çağ (M.Ö. 800 – M.S. 500)

  • Orta Çağ (500 – 1500)

  • Yeni Çağ (1500 – 1789)

  • Yakın Çağ / Çağdaş Dönem

Antik Çağ, genellikle a) Klasik Antik Çağ (M.Ö. 800 – M.S. 200) ve b) Geç Antik Çağ (200 – 500) olarak ikiye ayrılır. Orta Çağ, a) Erken Orta Çağ (500 – 1000), b) Yüksek Orta Çağ (1000 – 1200) ve c) Geç Orta Çağ (1200 – 1500) olarak üçe bölünür. Yeni Çağ, yaklaşık 1700’e kadar süren Rönesans ya da Erken Modern Dönem ve ardından 1700–1789 arası Aydınlanma Çağı’na ayrılır. Çağdaş Dönem ise genellikle 19. ve 20. yüzyılları kapsar; 19. yüzyıl kimi zaman “uzun” (1789–1914), kimi zaman “kısa” (1815–1914) olarak tanımlanır. 20. yüzyıl da “uzun” biçimiyle 1914’ten 2001’e (11 Eylül saldırıları) veya “kısa” biçimiyle 1914’ten 1989’a (Berlin Duvarı’nın yıkılışı) kadar uzanır.

Bu kronoloji ve dönemlendirme genel olarak kabul görse de, geçerliliği konusunda ciddi şüpheler dile getirilmektedir. Sorun şu ki, bu perspektifleri içerecek şekilde tarihsel kronolojiyi yeniden düzenlemek, birçok anlatının altüst olmasına ve öngörülemeyen sonuçlara yol açabilir. Örneğin, Rus matematikçi Anatoli Fomenko, bugünkü takvimin başlangıcı olan İsa’nın doğumunun aslında bin yıl sonra gerçekleştiğini ileri sürmektedir. İsviçreli tarihçi Christoph Pfister ise tarihin çok daha kısa olduğunu, “17. yüzyıl” civarında başladığını savunur. Bu tür köklü kronolojik değişikliklerin ABD için bariz bir avantajı vardır; çünkü böylece ABD’nin dünya tarihindeki göreli önemi yıllar bazında artacaktır. Örneğin Pfister haklıysa, ABD Batı Avrupa kadar “yaşlı” sayılabilir ve bu da ABD-Avrupa ilişkilerini yeniden yapılandırmada lehine bir koz olacaktır.

Hristiyanlığın gerçek kökenleri ile İslam ve Yahudilikle olan ilişkisi konusunda da ciddi soru işaretleri vardır. Edwin Johnson, François de Sarre ve Ignacio Olagüe gibi araştırmacılar bu konuda radikal görüşler ortaya koymuşlardır. Yahudiliğin ilk büyük tektanrılı din olduğu ve İncil’in Yahudi belgelerine dayandığı iddiası şüphelidir. Bu bağlamda, Shlomo Sand’ın araştırmaları doğrultusunda, tarihte bir Yahudi diasporasının var olduğu ya da Yahudilerin Filistin’den türediği fikri de inandırıcılığını yitirmiştir.

Batı Uygarlığı’nın bugünkü coğrafi yayılımına bakıldığında, bu uygarlık esas olarak ABD kültürel etkisinin ve Afrika, Orta Doğu, Batı Asya kaynaklı kitlesel göçün fazla zarar vermediği Avrupa bölgelerinde görülür. İlk bakışta, pek çok kişi bugün İsrail’i Batılı bir devlet olarak görebilir; bu da Yahudi yerleşimcilerin kökenleri göz önüne alındığında, kısmen doğrudur. Ancak İsrail’de din ve devlet birbirinden ayrılmamıştır; tam vatandaşlık hakkı elde edebilmek için Yahudi olmak gereklidir. Bu açıdan, İsrail de ABD gibi bir teokrasidir ve bu yönüyle Batı Uygarlığı’nın bir parçası sayılmaz.

Günümüzde Batı Uygarlığı belki de en sağlam biçimde Rusya’da kök salmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa kökenli göçmenlerin yoğun olarak yerleştiği Latin Amerika ülkeleri – özellikle Arjantin, Uruguay ve Brezilya’nın güney üç eyaleti – bu uygarlığın sürdüğü bölgeler arasında sayılabilir. Ayrıca İngilizce konuşulan dünyada – ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika – Batı Uygarlığı’na ait küçük cepheler varlığını sürdürmektedir.

kaynak link: https://substack.com

Latest from Yorum

PKK Resmen Silah Bırakıyor: “Terörsüz Türkiye” Süreci Ne Vaat Ediyor?
Önceki Hikaye

PKK Resmen Silah Bırakıyor: “Terörsüz Türkiye” Süreci Ne Vaat Ediyor?

Sinem Cengiz: Türkiye-İngiltere ilişkileri neden yükseliyor?
Sonraki Hikaye

Sinem Cengiz: Türkiye-İngiltere ilişkileri neden yükseliyor?

Git

Don't Miss