Toplumsal dönüşümler, çoğu zaman alt sınıfların yönetici kadrolara katılımını engelleyecek mekanizmalar üzerinden şekillenir. Türkiye’de gerçekleşen darbeler ve siyasi müdahaleler de büyük ölçüde bu dinamiği takip etmiştir. Her ne kadar darbeciler, kamuoyuna sundukları gerekçelerde siyasi ve güvenlik temelli argümanlar sunsalar da, sonuç itibarıyla bu müdahaleler toplumun belirli bir kesiminin iktidardan dışlanmasıyla neticelenmiştir. Özellikle darbe süreçleri ve siyasi operasyonlar, alt gelir gruplarından gelen nesillerin devlet yönetiminde söz sahibi olmasını engelleyen bir sistem yaratmış, böylece yönetici sınıfın belirli bir sosyolojik zemin üzerinde şekillenmesini sağlamıştır.
Bu süreç, doğrudan bir ideolojik amaca bağlı olmasa da sonuç itibarıyla ideolojik bir ayrışmaya yol açmıştır. Darbeler sonrası, mevcut sistem içerisinde yükselmek isteyen bireyler için engeller oluşturulmuş, yetenek ve liyakat yerine ekonomik ve siyasi bağlantılar belirleyici olmuştur. Böylece devlet yönetimi, büyük ölçüde mevcut ekonomik güce sahip ve bu gücü gerektiğinde yurtdışında eğitim olanaklarıyla avantaja çeviren sınıflar tarafından şekillendirilmiştir.
28 Şubat süreci bunun en net örneklerinden biridir. Bu dönemde, ekonomik gücü olmayan veya siyasi desteğe sahip olmayan bireyler işlerinden, eğitim haklarından mahrum bırakılmış, buna karşın ekonomik gücü ve bağlantıları olanlar yurtdışına giderek eğitim almış ve sonrasında ülkede önemli pozisyonlara yerleşmiştir. Burada, klasik anlamda bir “sınıf dayanışması” mekanizması işlemekte, sistemin dışına itilenler belirli sosyolojik gruplara mensup bireyler olurken, fırsatlardan faydalananlar yine belirli bir sınıfın mensupları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu dinamiğin günümüzdeki örneklerinden biri, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun eğitim geçmişinde gözlemlenebilir. Üniversite sınavında başarısız olduktan sonra ekonomik imkanları sayesinde Kıbrıs’ta bir üniversiteye kayıt yaptıran ve ardından İstanbul Üniversitesi’ne geçiş yapan İmamoğlu’nun hikayesi, belirli bir sınıfın mensuplarının nasıl avantajlı konumda olduklarını göstermektedir. Diploması iptal edilenler arasında çok ilginç isimlerinde olduğu söylenmekte. Bakalım kim bu isimler. Burada önemli olan, bireysel başarı ya da başarısızlıktan çok, sistemin kimlere engel koyup kimlere alternatif çözümler sunduğudur.
Bu tür örnekler, siyasi felsefe açısından iki temel noktaya işaret etmektedir. İlki, modern devletlerin yalnızca görünürde meritokratik (liyakat esaslı) yapılar olmalarıdır. Oysa gerçekte, yöneticilerin seçiminde ekonomik, kültürel ve siyasi bağlantılar belirleyici olmaktadır. İkincisi ise, darbeler ve benzeri siyasal müdahalelerin, yalnızca kısa vadeli politik sonuçlar doğurmadığı, aynı zamanda uzun vadeli sınıfsal hiyerarşileri pekiştirdiğidir.
Buradan hareketle şu sorular üzerinde düşünmek gerekir: yönetici seçkinler nasıl oluşur? Siyasi ve ekonomik gücü olmayan bireyler için bu sistemde ilerleme şansı var mıdır? Ve en önemlisi, bu tür sınıfsal engellerin aşılabileceği yeni bir siyasal sistem mümkün müdür?
Türkiye’de darbeler ve benzeri siyasi müdahaleler, yalnızca mevcut siyasi düzeni sarsmakla kalmamış, aynı zamanda toplumun hangi kesimlerinin yönetimde söz sahibi olacağını belirleyen bir mekanizma işlevi görmüştür. Bu bağlamda, bugünün siyasetine dair yapılacak her değerlendirme, yalnızca aktüel politik gelişmelere değil, bu gelişmelerin arkasındaki sınıfsal ve sosyolojik dinamiklere de odaklanmalıdır.