TÜSİAD’ın son dönemde “hukuk,
ekonomi ve liyakat temelinde reform” çağrısı yapması ilk bakışta demokratik bir çıkış gibi görülebilir. Ancak arka plana baktığımızda; Kürt meselesinde yıllar boyu takındığı tavrı, suskunluğu ve dahası devletin “öteki” olarak kodladığı kesimlere karşı sergilediği ikiyüzlü tutumu asla görmezden gelemeyiz.
İstanbul merkezli büyük sermayenin bu en güçlü örgütü, Türkiye’de demokratikleşme söylemini her daim kendi çıkarlarının zarar gördüğü, ekonomik veya siyasi şartların kendisi aleyhine bozulduğu anda “masaya süren” bir vesayet odağı olmuştur. Kürt meselesinde ise gerçek bir çözümün değil, statükodan yana bir konumlanışın parçası olmuştur.
1.Tarihi Sessizlik ve Devlet Yanlısı Tutum
Türkiye, 1990’lar boyunca Kürt coğrafyasında faili meçhul cinayetlerden zorla göçe kadar derin insan hakları ihlallerinin yaşandığı karanlık bir dönemden geçti. O dönemin kartelleri, medya kuruluşları ve sermaye grupları, devletin baskı politikalarını ya görmezden geldi ya da açıkça destekledi. İşte
TÜSİAD da, toplumsal konularda “köprüden önce son çıkış” temalı bildiriler hazırlarken nedense
Kürt milletinin temel hak ve özgürlüklerine dönük sistematik ihlalleri yok saymayı tercih etti. On binlerce insanın köylerinden sürülmesi, kayıplar, güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımına dair hiçbir net tutum alamadı. Çünkü o yıllarda “devletin bölünmez bütünlüğü” dokunulmaz bir kalkan olarak görülüyor, TÜSİAD da bu kalkandan nemalanmaktan geri durmuyordu.
2.Eski Türkiye’nin Bekçisi: Vesayet Düzeni
TÜSİAD, bugün eleştirdiği “keyfi yönetim” veya “hukuksuzluk” gibi kavramları geçmişte Kürt milletine yönelen baskılar söz konusu olduğunda neredeyse “doğal düzen” gibi görüyordu. Otoriter uygulamaların Kürt meselesinde devreye girmesine ses etmemek, hatta bunu “devletin bekası” adına meşrulaştırmak, TÜSİAD’ın vesayetçi zihniyetinin temel dayanaklarından biriydi. Dolayısıyla şimdi “hukukun üstünlüğü” diye haykırmaları büyük bir çelişki ve samimiyet krizi yaratıyor. Esas soru şu: Hukuka aykırı uygulamalar, Kürtlerin köyü yakıldığında, anadili yasaklandığında, siyasetçileri tutuklandığında neden gündemlerine girmedi?
3.İktidara Söz, Muhalefete Gölge: Seçici Duruş
TÜSİAD üyelerinin çıkarları hangi dönemde hangi siyasi güce yakın olmalarını gerektirdiyse, o odağa yöneldiklerini defalarca gördük. Açıklamalarındaki “sertlik” de, “suskunluk” da konjonktüre göre değişti. Bugün dert yakındıkları ihalelerdeki haksızlıklar, sermaye dağılımındaki eşitsizlik, denetim eksikliği gibi konular aslında Kürt bölgelerinde on yıllardır yaşanan ekonomik dışlanmanın ve adaletsizliğin farklı tezahürlerinden başka bir şey değil. Kürtler ekonomik ve sosyal olarak dezavantajlı hale getirilirken TÜSİAD sessizdi. Şimdi İstanbul’daki sermaye düzeni tehdit altına girince mi “reform” diye bağırmaya başladılar?
4.Kürt Milletine Karşı Ötekileştirici Zihniyet
TÜSİAD, ülkenin dört bir yanındaki insanlara hitap eden, kapsayıcı bir iş dünyası örgütü gibi görünmek ister; ama gerçekte,
Kürt vatandaşların yoksullukla, işsizlikle boğuştuğu, temel haklarının gasp edildiği süreçlerde bırakın çözüm üretmeyi, çoğu zaman bölgeye yatırım yapmayı bile “risk” olarak görmüştür. Böylece hem ekonomik kalkınma hem de toplumsal barış hamlelerine en başından ket vurulmuştur. Kürtleri “ötekileştiren” bu yaklaşım, bir yandan bölgenin sanayileşmesini, sosyal gelişimini sabote ederken diğer yandan TÜSİAD çevrelerinin “güvenlik paranoyasını” güçlendirmiştir.
5.‘Güvenlik’ Diskuru ve Kazanç Hesapları
Kürt meselesi, yıllar içinde devasa bir “güvenlik endüstrisi” yarattı. Silahlanma, savunma harcamaları, inşaat ihaleleri, altyapı projeleri derken devletin kamu kaynakları çokça yandaş sermayeye aktı. TÜSİAD üyeleri de doğrudan bu kanallardan beslenmese bile, ortaya çıkan ekonomik iklimin “büyük balık” lehine yaratmış olduğu düzeni sessizce onaylamayı tercih ettiler. Kürtleri şiddet ve terör ile özdeşleştirerek “güvenlikçi yaklaşım”ı yerleştirmek, iş dünyası için de ithal, ihracat, inşaat ve kamu alımlarında büyük pastalar anlamına geldi. İşte bu da, Kürt meselesinin barışçıl yöntemlerle çözümünü her defasında heba eden “büyü bozulmasın” anlayışının temelini oluşturdu.
6.Dönemsel Çıkar, Dönemsel Tepki
TÜSİAD’ın bugünkü “reformlar yetersiz, moraller bozuk” temalı çıkışı, daha çok kendi ekonomik kaygılarının tezahürüdür. Yönetim mekanizmalarını doğrudan etkileyecek güce sahip olmadığı için, “dış borç akışının düzenlenmesi”, “uluslararası piyasalarda risk priminin düşürülmesi” gibi iş dünyasını canlandıracak düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Kürtlerin topraklarından edilmesinden ya da yıllardır devam eden siyasi, sosyal ve kültürel baskılardan rahatsız oldukları için değil, kendi kâr tablosu kırmızı alarm verdiği için çıkış yolunu “hukuk, reform, eşitlik” gibi kavramlarla süsleyerek arıyorlar.
Zamanlamanın Manidarlığı: Bahçeli–Öcalan Sürecini Sabotaj ve Suriye’den Pay Arayışı
TÜSİAD’ın, Türkiye’de Kürt meselesinde barış ve uzlaşı arayışının en önemli aşamalarından sayılabilecek Bahçeli-Öcalan eksenindeki (daha doğrusu, MHP çizgisiyle İmralı’daki çözüm tartışmalarını zora sokan) gerilimli döneme denk gelen açıklamaları, Türk ve Kürt ittifakı olmasın diye adeta bilinçli bir sabotaj niteliği taşımaktadır. Türkiye’de barışın sağlanması ve Kürt meselesinin demokratik yollarla çözülmesi, TÜSİAD gibi vesayet odaklarının güç ve kazanç alanlarını daraltacak bir adımdı. Barış sürecinin gündeme geldiği dönemlerde dillerinden düşmeyen “reform, hukuk, kalkınma” söyleminin, barış ihtimali belirdiğinde bir anda sabote edici bir dille tersine dönmesi asla tesadüf değildir.
Bu vesayetçi yaklaşımın bir diğer boyutu da Suriye meselesine uzanıyor. TÜSİAD, Suriye’deki çatışma sonrasında ortaya çıkan yeniden yapılanma sürecinde, bölgenin ekonomik pastasından pay almak için iştahlı davranmaktadır. Suriye’de kurulacak düzenin hangi güçlerin elinde şekilleneceğine dair lobi faaliyetleri yapan, bölgeye yönelik yatırım ve proje teklifleri hazırlayan sermaye grupları, “güvenlik” argümanını yine bir kalkan olarak kullanmaktadır. Böylece hem Türkiye içindeki Kürt meselesini “tehdit” gösterip çözümü engellemekte hem de Suriye’deki olası tedarik, inşaat ve altyapı ihalelerinden pay kapmak için siyasi nüfuzlarını devreye sokmaktadırlar.
Kendisini “demokratikleşmenin sesi” olarak sunan TÜSİAD, Kürt milletinin inkâr ve asimilasyon politikasına maruz kaldığı dönemlerde, devletin sorgusuz sualsiz sürdürdüğü güvenlikçi uygulamalara ya alkış tuttu ya da hiçbir şekilde sesini çıkarmadı. Şimdi, kendi menfaatleri tehlikede görünce “denetim eksikliğinden, hukuksuzluktan” şikâyet etmeye başladı. Bu, “Eski Türkiye”nin zihinsel devamlılığını koruyan vesayetçi bir tavırdır. Kürtler, yıllarca o “eski” dedikleri düzenin acımasız baskılarına maruz kalırken, TÜSİAD bu zulmün dolaylı taraflarından biriydi.
Elbette hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, serbest piyasa, liyakat gibi kavramlar, ülke ve millet için vazgeçilmezdir. Ancak bunlar, yalnızca metropol sermayesinin kârlarını güvence altına almak için değil; en temel insan haklarından başlayarak, ülkenin batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine tüm vatandaşların eşit şartlar altında yaşayabilmesi için savunulmalıdır. TÜSİAD gibi köklü sermaye odakları, Kürtleri hep “öteki” sayan devlet politikalarına payanda olmayı bırakıp gerçekten samimi bir tutum almaya cesaret edemedikçe, bu söylemler kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.
TÜSİAD, geçmişin vesayetçi alışkanlıklarını ve Kürt milletine yönelik ötekileştirici tavrını sorgulamadığı, barış sürecini baltalayan hamlelere devam ettiği ve Suriye’den pay alabilmek için türlü siyasi girişimlerde bulunmayı sürdürdüğü sürece, bugünkü reform çağrıları ne Kürtler ne de demokrasi talep eden diğer millet kesimleri için inandırıcı olacaktır. Kendi varoluşunu kurtarmaya yönelik “reform naraları” ile, tarihteki suskunluğunun ve çift yönlü oyunlarının bedelini ödeyemez. Bu ülkenin gerçek sahibi olan herkes; sadece “ekonomi” konuşurken değil, “adalet” ve “insan hakları” en çok ihlal edildiğinde de samimiyetle söz söyleyecek, tavır alacak bir yaklaşımı hak ediyor. Maalesef TÜSİAD, bunu hiçbir zaman yapmadı ve bugün de yapmıyor.