İran, ABD ve İsrail Üçgeninde Enerji, Savaş ve Diplomasi

İran, ABD ve İsrail Üçgeninde Enerji, Savaş ve Diplomasi

Yazar: Murad Sadygzade
Nisan 9, 2025
konu yorum

ABD, ve İran arasındaki gerilim hızla tırmanıyor. ’in aktardığı İsrailli kaynaklara göre, ABD ve İsrail önümüzdeki haftalarda İran’a karşı saldırı başlatabilir. Askeri harekât ihtimali, Tahran’ın nükleer programı ve bölgede artan faaliyetleri hakkındaki endişelerin büyümesine bağlanıyor.

Orta Doğu’daki tansiyon, ’ın Mart ayı sonunda yaptığı açıklamayla daha da yükseldi. Trump, İran’ı yeni bir nükleer anlaşma için müzakere masasına oturmaması halinde benzeri görülmemiş bir askeri saldırı ve daha sert yaptırımlarla tehdit etti. Axios’un haberine göre Trump, İran yönetimine bir mektup göndererek onlara müzakerelere başlamak için Mayıs sonuna kadar iki aylık bir süre tanıdı. Söz konusu mektubun sert bir dille yazıldığı ve Trump’ın, olası bir reddin sonuçlarının yıkıcı olacağını açıkça belirttiği bildirildi.

İsrail, Trump’ın yeniden göreve gelmesiyle oluşan mevcut siyasi tabloyu İran’a baskı yapmak için “mükemmel bir fırsat penceresi” olarak değerlendiriyor. İsrailli yetkililere göre, böyle bir fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Ayrıca İran’ın nükleer programında kaydedilen ilerlemenin kritik bir eşiğe yaklaştığını ve bu durumun uluslararası toplumda ciddi endişelere yol açtığını vurguluyorlar.

Bunun yanı sıra, İsrail 7 Ekim 2023’te Hamas ile yaşanan yeni çatışma dalgasını tetikleyen saldırıda İran’ın da parmağı olduğunu öne sürüyor. İsrailli kaynaklara göre, son aylarda İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Yemen ve Suriye’de İran’a bağlı hedeflere ve gruplara yönelik birçok saldırı düzenledi. Bu saldırılar, olası geniş çaplı bir çatışmaya hazırlık olarak değerlendiriliyor.

Tahran’ın yanıtı gecikmedi. İran’ın dini lideri Ayetullah , ABD veya İsrail’den gelecek her türlü provokasyon ya da saldırıya “ezici bir karşılık” vereceklerini açıkladı. Ayrıca yüksek alarma geçirildi. Reuters’a göre İran, komşu ülkeleri – Irak, Kuveyt, Katar, BAE, Türkiye ve Bahreyn – uyararak, ABD’nin olası bir saldırısına destek anlamına gelebilecek hava sahası ya da toprak kullanımının düşmanca bir eylem olarak değerlendirileceğini ve ciddi sonuçlar doğuracağını bildirdi.

Krizin derinleştiği bu süreçte İran, özellikle Umman aracılığıyla ABD ile dolaylı müzakerelere hazır olduğunu belirtti. İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, nükleer program ve yaptırımlar konusunda karşılıklı güven temelinde görüşmeye açık olduklarını ancak önceki anlaşmanın şartlarına geri dönülmesini kabul etmediklerini açıkladı. Arakçi’ye göre İran, nükleer kapasitesinde “önemli bir ilerleme” kaydetti ve bundan sonraki adımlarında ulusal egemenliğin korunması ilkesine göre hareket edecek.

Her ne kadar Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney, Washington ile doğrudan diyaloğu reddetmiş olsa da, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Pezeşkiyan müzakerelere açık olduğunu belirtti. Pezeşkiyan, tehdit ve zorlamadan uzak “eşit şartlarda diyalog” ihtiyacına vurgu yaptı. Ancak İran’daki siyasi hiyerarşide nihai söz hakkı Hamaney’e ait olduğundan, onun tutumu belirleyici olmaya devam ediyor.

Bu karmaşık ve patlamaya hazır ortamda uluslararası toplumun gözü, arabulucu rolü üstlenmeye hazır olduğunu belirten Rusya’nın üzerinde. Bloomberg’e göre, Şubat ayında Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında yapılan görüşmede, Trump Rusya’nın ABD-İran diyaloğunda arabuluculuk yapma ihtimalini gündeme getirdi. Moskova’nın bu öneriye olumlu yaklaştığı bildirildi.

Rusya, Orta Doğu’da geleneksel olarak önemli bir diplomatik aktör olmuştur ve hem Tahran’la hem de Washington’la istikrarlı ilişkilerini sürdürmektedir. Bu bağlamda Moskova’nın sürece dahil olması, istikrar sağlayıcı bir rol oynayabilir ve müzakere için bir pencere açabilir. Elbette böyle bir girişimin hayata geçirilmesi zaman ve uygun koşullar gerektirebilir – örneğin ABD-Rusya geriliminin azalması ve Ukrayna’daki çatışmanın barışçıl çözümüne yönelik ilerleme gibi. Ancak Moskova’nın krizin tırmanmasını önlemeye ve diplomatik çözüm bulmaya yönelik ilgisi, tek başına bile olumlu bir işaret olarak değerlendiriliyor.

Washington ile Tahran arasındaki gerilim hızla tırmanırken, dünya kamuoyu gelişmeleri nefesini tutarak izliyor. Mevcut gerginliğin tam kapsamlı bir savaşa mı evrileceği yoksa sınırlı askeri hamleler ve diplomatik baskılarla mı sınırlı kalacağı merak konusu. ABD, İsrail ve İran’dan gelen sinyaller, durumun uçurumun eşiğinde olduğunu ve atılacak en ufak yanlış adımın, yalnızca Orta Doğu’yu değil tüm küresel güvenlik mimarisini etkileyebilecek geniş çaplı bir bölgesel çatışmayı tetikleyebileceğini gösteriyor.

Trump yönetimi için İran’dan taviz koparmak ve Obama dönemindekinden çok daha sert şartlar içeren yeni bir nükleer anlaşma sağlamak hayati önem taşıyor. Demokrat yönetimler, İran’ın nükleer programını sınırlandırmaya karşılık yaptırımları hafifletip Tahran’ı kısmen uluslararası topluma entegre etmeye çalışırken, Trump ve ekibi çok daha radikal bir gündem izliyor. Bu strateji, sadece teknik nükleer sınırlamaların ötesine geçerek İran’ı bölgesel bir güç olarak sistematik biçimde zayıflatmayı, jeopolitik etkisini dağıtmayı ve Tahran’ın son yirmi yılda inşa ettiği tüm ittifak ağını etkisizleştirmeyi hedefliyor.

Bu stratejinin merkezinde ise, Irak, Suriye, Lübnan (özellikle Hizbullah aracılığıyla) ve Yemen’deki (Husiler yoluyla) siyasi, askeri ve ideolojik bağlardan oluşan “Şii Hilali”ni durdurmak yer alıyor. Hem ABD hem de İsrail için bu hilal, İran’ın Orta Doğu’daki etkisini artırması ve nüfuzunu İsrail sınırlarına kadar uzatması bakımından ciddi bir tehdit olarak görülüyor. Aynı zamanda ABD’nin Basra Körfezi’ndeki hayati çıkarlarını da tehdit ediyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, bu İran karşıtı stratejinin uygulanmasında kilit rol oynuyor. Netanyahu’nun uzun vadeli hedefi yalnızca İsrail’i olası bir nükleer tehditten korumak değil, aynı zamanda İran’ı düşman bir devlet olarak stratejik anlamda mağlup etmek. Tahran’a karşı her zaman sert ve uzlaşmaz bir tutum benimseyen Netanyahu, İran’ı İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Bu nedenle İsrail’in doğrudan bu tehdidi ortadan kaldıracak bir operasyona katılmasından yana tavrını gizlemiyor. Üstelik bu görüşleri, Amerikan Cumhuriyetçi çevrelerinde büyük karşılık buluyor ve bugün ABD’nin İran’a yönelik dış politikasını şekillendiren en güçlü etkenlerden biri haline geliyor.

ABD’li yetkililerin açıklamalarında İran’ın nükleer silah edinmesini önlemekten ziyade İran’ın oluşturduğu tehdidin “tamamen ortadan kaldırılmasına” vurgu yapılması tesadüf değildir. Bu bağlamda nükleer program, çok daha geniş bir jeopolitik oyunun sadece bir parçasıdır. Donald Trump açısından, hem dış politikada hem de yaklaşan seçim süreci öncesinde iç kamuoyuna karşı kararlılık ve güç göstermek kritik önemdedir. İran’a baskı kurarak “yeni ve daha iyi bir anlaşma” elde etmek, özellikle Demokratların zayıf ve safça olarak nitelediği yaklaşımıyla kıyaslandığında, Trump için büyük bir siyasi zafer anlamına gelebilir.

Ancak durum 2015 yılına kıyasla çok daha karmaşıktır. İstihbarat tahminlerine göre, İran’ın nükleer programı o zamana göre çok daha ileri bir aşamaya ulaşmış durumda. Üstelik İran siyasi liderliği – özellikle Hamaney – önceki anlaşma şartlarına dönüşün mümkün olmadığını açıkça ifade ediyor. Buna rağmen Tahran, dolaylı müzakerelere açık olduğunu belirterek esneklik işareti veriyor, ancak bu esnekliğin “teslimiyet” olarak algılanmasını istemiyor.

Orta Doğu’daki mevcut gerginlikler, diplomasinin temel aracı haline gelen güç projeksiyonunun damga vurduğu yeni bir jeopolitik zeminde yaşanıyor. Donald Trump liderliğindeki Washington, Tahran’ı müzakereleri reddetmenin ağır sonuçları olacağına ikna etmeye çalışıyor. Bu sonuçlar, artan ekonomik baskılardan sınırlı askeri müdahalelere kadar uzanabilir. Bugün ABD’nin İran’a yönelik tüm stratejisi, “zorlayıcı diplomasi” (coercive diplomacy) kavramı üzerine kurulu: İran’ın, bu kez ABD açısından daha avantajlı şartlarla müzakere masasına dönmesini sağlamak. Bu yaklaşım yeni değil, ancak mevcut haliyle çok daha saldırgan ve riskli bir karaktere bürünmüş durumda.

İran’ın altyapılarına – özellikle nükleer programla bağlantılı tesislere ya da İran’a bağlı grupların Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki üslerine – yönelik nokta atışı operasyonlar oldukça muhtemel bir senaryo olarak görülüyor. Bu tür müdahaleler “sınırlı” ya da “önleyici” operasyonlar olarak sunulabilir, fakat fiiliyatta öngörülemeyen sonuçlara yol açma riski taşıyor. Bununla birlikte, şu aşamada ABD ile İran arasında tam ölçekli bir savaş ihtimali düşük görünüyor. Böyle bir çatışmanın askeri, siyasi ve ekonomik maliyeti fazlasıyla yüksek. Washington, İran ile açık bir savaşın bölge ülkelerini de içine çekeceğini, küresel enerji piyasalarını istikrarsızlaştıracağını ve Orta Doğu genelinde çatışma zincirini tetikleyeceğini iyi biliyor.

Ancak bu denklemin en kritik değişkeni İsrail. ABD’den farklı olarak İsrail, İran’la çatışmayı bir riskten çok tarihsel bir fırsat olarak görüyor. 7 Ekim 2023’te Hamas ile yaşanan büyük çaplı savaşın ardından İsrail tam askeri teyakkuz haline geçti; hem iç mobilizasyonu hem de siyasi kararlılığı güçlendirdi. Bu yeni durumda, İran artık İsrail siyasetinde birincil tehdit kaynağı olarak sabitlenmiş durumda. İran’a “belirleyici bir darbe” indirme fikri, son çare olmaktan çıkıp stratejik planlamanın ayrılmaz bir parçası haline geldi.

İsrail yönetimi, uluslararası gündemin Çin ve Ukrayna Savaşı’na odaklandığı bu dönemi İran tehdidini ortadan kaldırmak için uygun bir zamanlama olarak görebilir. İsrail’in kendi başına ciddi bir tırmanışı başlatma – örneğin doğrudan İran topraklarına saldırılar, siber operasyonlar ya da vekil güçler aracılığıyla misillemeleri provoke etme – ihtimali son derece gerçek. Bu tür adımlar, ABD’yi “müttefiki savunmak” bahanesiyle daha aktif bir askeri pozisyona çekmeyi hedefleyebilir.

Böylesi bir senaryo gerçeklikten uzak değil. ABD, kendi stratejik tercihiyle değil, müttefiklik yükümlülükleri ve siyasi baskılar nedeniyle geniş çaplı bir savaşa çekilebilir. Tarih, bir müttefikin eyleminin daha büyük bir gücü, öncelikleri arasında olmayan bir çatışmaya sürüklediği sayısız örnekle doludur.

Aynı zamanda bölge, köklü bir dönüşüm sürecine girmiş durumda. Ekim 2023’te yaşanan gelişmeler, kırılgan güç dengelerine dayalı istikrar yanılsamasının sona erdiğini gösteren bir dönüm noktası oldu. Gayriresmî ittifakların rolü artarken, devlet dışı aktörlerin etkisi genişliyor ve Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz’deki güvenlik mimarisi köklü bir değişim geçiriyor. Böylesi bir ortamda, siyasi, ekonomik ya da askerî düzeyde yaşanan her büyük çaplı değişim, kaçınılmaz biçimde çatışmaları da beraberinde getiriyor. Mevcut gerilimler de bu bağlamda sıradan bir anlaşma mücadelesi ya da bölgesel nüfuz savaşı olmaktan çıkarak, Orta Doğu’nun gelecekteki düzeni üzerine yürütülen hayati bir mücadeleye dönüşüyor.

Bu yeni jeopolitik yapı içinde özellikle dikkat çeken unsurlardan biri de İran ile Çin arasındaki stratejik ortaklık. Son yıllarda bu ittifak ciddi biçimde güçlendi ve çok kutuplu yeni küresel mimarinin temel taşlarından biri haline geldi. İran, yalnızca Çin’in Orta Doğu’daki en yakın ortaklarından biri değil, aynı zamanda Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin kilit halkalarından biri. Ayrıca İran, Rusya’nın aktif desteklediği ve Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Uluslararası Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru’nun da önemli bir parçası. Bu hat, Batı kontrolündeki geleneksel ticaret yollarına alternatif oluşturmayı ve Batı kurumlarından bağımsız, karşılıklı faydaya dayalı bir Avrasya iş birliği geliştirmeyi amaçlıyor.

Bu nedenle İran’a yönelik bir askerî operasyon, doğrudan Çin’in enerji anlaşmalarına, lojistik zincirlerine, doğal kaynaklara erişimine ve stratejik altyapı yatırımlarına zarar verir. İran, Çin’in en büyük petrol tedarikçilerinden biridir; dolayısıyla herhangi bir çatışma sadece mevcut tedariki değil, uzun vadeli ekonomik planlamayı da tehdit eder. Ancak Pekin bu olasılığı öngörmüş durumda ve son yıllarda bölgede varlığını çeşitlendirmeye başladı. Suudi Arabistan, BAE, Katar ve hatta İsrail ile ilişkileri derinleştirerek Çin, Tahran’a aşırı bağımlılığı azaltıyor ve bölgedeki etkisini, olası bir İran kaybı durumunda bile koruma altına alıyor.

Daha derin bir düzlemde ise ABD ve İsrail’in, “Genişletilmiş Orta Doğu”yu köklü biçimde dönüştürmeye yönelik uzun vadeli bir strateji izlediği yönünde giderek güçlenen bir izlenim var. Bu stratejinin merkezinde, İran, Suriye, Irak, Türkiye ve hatta potansiyel olarak Suudi Arabistan gibi geleneksel olarak güçlü devletlerin zayıflatılması, parçalanması ve hatta işlevsizleştirilmesi hedefi bulunuyor.

Bu dönüşümde temel araç doğrudan askerî işgal değil; “Teröre Karşı Savaş” döneminde olduğu gibi değil yani. Bunun yerine eski ve yeni fay hatlarının – etnik, mezhepsel, kabilesel ve sosyo-ekonomik çatlakların – etkinleştirilmesi ve derinleştirilmesi yöntemi izleniyor. Bu iç çatışmaların körüklenmesi, merkezi devlet yapılarının yavaş yavaş çökmesine ve yerlerini dış askeri, ekonomik ve siyasi desteğe bağımlı, daha küçük ve zayıf yapıların almasına yol açıyor. Bu parçalı ve “mozaik” yapılar, hem daha kolay kontrol ediliyor hem doğal kaynaklara daha doğrudan erişim sağlıyor hem de bağımsız yeni güç merkezlerinin doğmasını engelliyor.

Ancak böylesi bir stratejinin hayata geçirilmesi, her şeyden önce küresel istikrar açısından son derece ciddi riskler barındırıyor. Basra Körfezi ve çevresindeki ülkeler, dünya enerji altyapısının kalbi olmaya devam ediyor. Küresel petrol ve doğalgaz ihracatının yaklaşık yarısı Hürmüz Boğazı’ndan geçiyor. Bu bölgede yaşanacak herhangi bir gerilim – bırakın tam kapsamlı bir savaşı – hayati enerji akışlarını kesintiye uğratma potansiyeli taşıyor. İran’la yaşanacak silahlı bir çatışma durumunda Hürmüz Boğazı’nın ablukaya alınması ihtimali son derece yüksek. Özellikle Tahran, bu hamleyi uluslararası topluma karşı etkili bir baskı aracı olarak görmeye başlarsa bu senaryo hızla gerçeğe dönüşebilir.

Böyle bir durumda petrol fiyatlarının varil başına 120–130 dolar seviyelerine, hatta daha da üzerine çıkması olasıdır. Bu da küresel bir durgunluğu tetikleyebilir; enflasyonu körükler, lojistik zincirlerinde ciddi aksamalara yol açar ve enerji ithalatçısı ülkelerde toplumsal istikrarsızlığı tırmandırır.

Enerji krizi ve küresel durgunluk tehdidinin artması ise, dünyadaki düzenin yeni bir modele evrilmesini hızlandırabilir. İran’la yaşanacak bir çatışma – her ne kadar bölgesel gibi görünse de – küresel dönüşümün katalizörü olabilir. ABD’nin tek kutuplu hâkimiyetinin çöküş sürecini hızlandırabilir, Avrasya entegrasyonunu güçlendirebilir ve ABD doları ile Batı kurumlarından bağımsız yeni finansal ve ekonomik sistemlerin gelişimini teşvik edebilir. Bölgesel para birimlerine olan ilgi artıyor; takas esaslı ticaret modelleri, Batı’yı dışlayan altyapı yatırımları ve yeni lojistik güzergâhlar ön plana çıkıyor. BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi yapılar genişlerken, ABD’nin küresel sistemi şekillendirme konusundaki tekeli zayıflıyor.

Dolayısıyla İran’la yaşanacak bir çatışma – artık giderek daha olası görünen bu senaryo – sadece bölgesel bir kriz olarak değerlendirilmemeli. Bu, küresel gelişmelerin yönünü on yıllar boyunca belirleyebilecek nitelikte tarihsel bir dönemeç olabilir. Etkileri Orta Doğu’nun çok ötesine yayılır; Avrupa ekonomisini, Asya’nın enerji güvenliğini ve gelişmekte olan dünyadaki siyasi dengeleri doğrudan etkiler. Burada söz konusu olan yalnızca bir çatışmanın sonucu değil; uluslararası sistemin geleceği, güç merkezlerinin yeniden şekillenmesi ve küresel etkileşimin kurallarıdır.

Yazar: Murad Sadygzade, Orta Doğu Çalışmaları Merkezi Başkanı, Ziyaretçi Öğretim Görevlisi, HSE Üniversitesi (Moskova).

Yazının orijinal başlığı: The entire world will tremble: What happens if the US attacks Iran (Tüm dünya titreyecek: ABD İran’a saldırırsa ne olur?)

Kaynak link: https://www.rt.com/news/615406-us-iran-war-bad/

Latest from DÜNYA

Trump announced: How much did the US earn per day from tariffs?
Önceki Hikaye

Trump announced: How much did the US earn per day from tariffs?

Devleti Yeniden Kurma Cesareti: Erdoğan'ın Tarihsel Liderliği
Sonraki Hikaye

Devleti Yeniden Kurma Cesareti: Erdoğan’ın Tarihsel Liderliği

Git

Don't Miss