ABD Yüksek Mahkemesi, Başkan Donald Trump’ın Venezüellalı göçmenleri “düşman yabancılar” yasasıyla yargı süreci olmaksızın sınır dışı etme girişimini geçici olarak durdurdu. Üstelik bu karar, gece yarısı alınan olağandışı bir müdahaleyle duyuruldu. Sadece iki paragraftan oluşan karar metni, ülkenin en muhafazakâr iki yargıcının muhalefetine rağmen alındı.
Karar, 1798 tarihli ve son olarak II. Dünya Savaşı’nda Japon-Amerikalıların toplu gözaltında kullanılmış “Yabancı Düşmanlar Yasası”na dayanarak yapılan sınır dışı işlemlerine geçici fren getirdi. Trump, geçtiğimiz ay bu yasa çerçevesinde onlarca Venezüellalıyı El Salvador’daki kötü şöhretli bir hapishaneye göndermişti. Bu kişiler, herhangi bir delil sunulmadan, bir yargıcın karşısına bile çıkamadan, çeteci olmakla suçlanarak sınır dışı edildiler.
Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin (ACLU) önderliğinde başlatılan hukuk mücadelesi, “ABD’de yargılanmadan bir yabancı hapishaneye ömür boyu gönderilmenin eşiğinde olan insanlar vardı,” diyerek kararı memnuniyetle karşıladı. Fakat bu karar Trump cephesinde öfke doğurdu. Başkan’ın yakın çevresinden gelen açıklamalar Yüksek Mahkeme’ye karşı adeta bir “itaatsizlik” çağrısına dönüştü. Aşırı sağcı influencer Jesse Kelly, kararın ardından “Yüksek Mahkeme’yi görmezden gelin” paylaşımı yaptı.
Peki Trump neyi amaçlıyor?
Trump’ın seçim kampanyasının merkezinde, “şiddet içeren yasadışı göçmenler” anlatısı yer alıyor. Latin Amerika’dan gelen bazı çeteleri –MS-13, Tren de Aragua gibi– terör örgütü ilan eden Trump, bu grupların ABD banliyölerine tecavüzcü ve katil gönderdiğini iddia ediyor. Elinde yeterli delil olmadan, sadece dövmeler ve sosyal medya bağlantılarıyla binlerce kişinin “çete üyesi” olarak damgalandığı iddialarıysa, hukuk devletini savunanların en büyük endişesi.
Geçtiğimiz ay sınır dışı edilen Maryland’li Kilmar Abrego Garcia’nın dosyası bu açıdan çarpıcı bir örnek. Yargılanmadan El Salvador’a gönderilen Garcia hakkında Beyaz Saray “idari hata” açıklaması yaptı. Fakat Trump, bu hatayı kabul etmek yerine sosyal medyada MS-13 dövmesi montajlı bir fotoğraf paylaşarak geri adım atmadı. Üstelik danışmanı Stephen Miller, davayı “medya komplosu” olarak nitelendirdi.
Bütün bu gelişmeler, Amerikan siyasal sisteminde başkanlık yetkilerinin sınırlarının sorgulanmasına yol açıyor. “Başkanın ülke güvenliğini sağlama hakkı” ile “birey hak ve özgürlükleri” arasındaki çatışma, giderek otoriter eğilimlerin zemin kazandığı bir süreci tetikliyor. Trump, anayasa ve yargı sistemini, kendine biat etmeyen tüm kurumlarla birlikte savaşılması gereken birer tehdit olarak görüyor.
Bu yaşananlar, sadece göçmenlik meselesi değil; aynı zamanda ABD demokrasisinin sınırlarını zorlayan bir yönetim anlayışının parçası. Trump’ın “kanun ve düzen” kisvesi altında yargıyı ve temel özgürlükleri devre dışı bırakma çabası, 21. yüzyıl Amerikan siyasetinin en kritik kırılma anlarından birine dönüşebilir.
Yargı mı galip gelecek, yoksa “karizmatik liderlik” mi? Belki de bu sorunun cevabı, Kasım ayında yeniden sandığa gidecek Amerikan halkının kararına bağlı olacak.