Ortadoğu’nun istikrarsızlığı, yalnızca iç dinamiklerden değil, aynı zamanda dış müdahale ve tasarım girişimlerinden besleniyor. Özellikle son birkaç on yılda, bölgeyi mezhepsel ve etnik temelde ayrıştırmaya yönelik projelerin ivme kazanması, artık bir istisna değil stratejik bir tercih haline geldi. Bu tercih, çoğu zaman Amerika’nın bölgesel çıkarları ve İsrail’in güvenlik kaygıları ile meşrulaştırılıyor. Parçalanmış, merkezi otoriteden uzak, birbirine rakip küçük devletçiklerin varlığı; dış güçler açısından hem müdahale edilebilirliği artırıyor hem de enerji ve sermaye denetimini kolaylaştırıyor.
Ancak bu parçalanma senaryosuna karşı Türkiye’nin öne sürdüğü alternatif bir model var: Bölgesel konsensus ve üst kimlik inşası. Bu model, salt güvenlik odaklı değil; kültürel, ekonomik ve siyasal bir işbirliği vizyonuna dayanıyor. Türkiye, Avrupa Birliği benzeri bir yapıyı Ortadoğu ölçeğinde mümkün kılabilecek bir üst kurumsallaşma tahayyül ediyor. Ortak çıkarların savunulduğu, ortak tehditlere karşı birleşilebilen, askeri-siyasi refleksleri birlikte geliştiren bir bölgesel yapı…
Bu düşüncenin arkasında sadece güncel jeopolitik okumalar değil, aynı zamanda tarihsel birikim de yatıyor. Osmanlı’nın çok dinli, çok etnisiteli yapısında geliştirilen millet sistemi, farklılıkları bastırmadan yönetebilmenin örneklerinden biriydi. Modern çağda ise Türkiye, 1997’de başlattığı D-8 girişimiyle İslam dünyasında işbirliği arayışının öncülüğünü yapmaya çalıştı. Bugün gelinen noktada bu türden çabalar, bölgeyi ortak bir akıl etrafında toparlamanın imkânını yeniden düşündürüyor.
Türkiye’nin bu vizyonunun izleri, yakın dönemdeki dış politika hamlelerinde açıkça görülüyor. Katar’la kurulan askeri işbirliği, Libya’daki UMH ile imzalanan deniz yetki alanı anlaşması, Azerbaycan’la gerçekleştirilen ortak tatbikatlar ve savunma entegrasyonu, bu stratejinin somut adımları arasında yer alıyor. Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri de bu doğrultuda dikkat çekici bir dönüşüm geçirdi; geçmişte rekabetin belirlediği ikili ilişkiler, bugün işbirliği zeminine oturarak bölgesel istikrar adına örnek bir modele dönüşüyor.
Al-Monitor’un Temmuz 2025 tarihli raporuna göre, Ankara ve Abu Dabi yönetimleri, Suriye, Gazze ve Güney Kafkasya gibi hassas bölgelerde ortak diplomatik hedefler doğrultusunda hareket ediyor. Bu durum, Türkiye’nin sadece güvenlik değil, diplomatik etki alanını da bölgesel ölçekte genişlettiğini gösteriyor.
Öte yandan Türkiye’nin enerji alanında bir merkez olma hedefi de bu vizyonu tamamlayıcı bir unsur olarak öne çıkıyor. Irak-Türkiye-Körfez Kalkınma Yolu gibi projeler, bölgesel bağlanabilirliği güçlendirerek ekonomik ve jeopolitik entegrasyonu destekliyor. Böylece Türkiye, yalnızca siyasal ve askeri değil, aynı zamanda ekonomik düzlemde de bölgesel bütünleşmenin öncülüğünü yapma iddiasını sürdürüyor.
Türkiye bu adımlarla yalnızca kendi güvenliğini değil, bölgesel istikrarı da hedefliyor.
Uluslararası ilişkiler kuramı açısından bakıldığında, Türkiye’nin bu yaklaşımı realist bir dış politika stratejisi olarak değerlendirilebilir. Çünkü güç boşluklarının oluştuğu her coğrafyada dış müdahaleler kaçınılmazdır ve Türkiye bu boşluğu yapıcı bir şekilde doldurmayı amaçlamaktadır. Öte yandan, bu vizyon aynı zamanda inşacı bir yaklaşımı da barındırıyor. Çünkü yeni bir bölgesel kimlik, ortak bir gelecek tahayyülü ve yeni bir “biz” duygusu inşa edilmek istenmektedir.
Elbette bu vizyonun önünde zorluklar da var. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle dönemsel olarak yaşadığı diplomatik kırılmalar, bu modelin sürekliliğini zaman zaman zayıflatabiliyor. Ayrıca her devletin kendi iç güvenlik ve iktidar kaygıları, ortak hareket etme iradesini zedeleyebiliyor. Kurumsal bir üst yapı için sadece fikir değil; uzun vadeli güven, ekonomik karşılıklılık ve siyasal irade gereklidir.
Türkiye’nin önerdiği model; etnik ve mezhepsel ayrışmaların kaçınılmaz olmadığını, bölgesel bir ortak aklın ve kurumsal işbirliğinin mümkün olduğunu savunuyor. Eğer bu vizyon başarıyla hayata geçirilebilirse, sadece İsrail’in güvenlik merkezli politikasına değil, aynı zamanda Batı’nın Ortadoğu’yu yönetilebilir kılma projelerine de güçlü bir alternatif oluşturacaktır. Bu da Türkiye’yi sadece bir aktör değil, aynı zamanda oyun kurucu bir merkez haline getirebilir.
Türkiye’nin bu ortaklık modelini hayata geçirebilmesi için belirli koşulların sağlanması gerekiyor. Tarihsel birikim, entelektüel derinlik, ekonomik kapasite ve askeri caydırıcılık, bu vizyonun temel gereklilikleri. Türkiye, bu alanlarda ciddi bir potansiyele sahip; ancak bu potansiyelin bölge halklarına ve uluslararası kamuoyuna etkili bir şekilde anlatılması için güçlü bir siyasi söylem ve kurumsal yapı gerekiyor. Global Panorama’nın Temmuz 2025 analizine göre, Türkiye’nin liderlik yapabilmesi için iç uyum, demokratik meşruiyet ve ekonomik dayanıklılığı yeniden tesis etmesi şart.
Ve elbette Avrupa’yı ve müttefiklerini, çıkarlarının bu modelde yer aldığına ikna edebilecek entelektüel diplomasinin araçlarını da etkin şekilde kullanması gerekmektedir.